— You pique my curiosity, Haines said amiably. Is it some paradox?
— Pooh! Buck Mulligan said. We have grown out of Wilde and paradoxes.
Ulysses, James Joyce
“Derin bir üzüntü içerisindeyiz.”
Elimden kitabı bırakıp pencereye yöneldim. Pencereyi açıp sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Oturduğum odaya çok yakın bir yerden, bir bıçak keskinliğinde gelmişti ses. Fakat pencereyi açtıktan sonra, delirmiş bir rüzgârdan başka bir şey duymamıştım. Yoğun bir sis de cabası. Sis, pencereyi açar açmaz canavarca üzerime saldırmıştı. Gözlerimden başlayıp, beynimin derinine giden ani bir acı hissettim. Buna rağmen merakıma yenilip gözlerimi kapadım ve sesin devamını duyma maksadıyla pencereden sarkarak sağa sola yöneldim. Sadece rüzgarın uğultusunu duyabilmiştim. Yer yer insan homurtularına dönüşen, kadın bağırışları gibi aniden yükselip düşen bir uğultu... Geri çekilip pencereyi kapadım ve gözlerimi yeniden açtım. Ben dışarıya bakarken, sisin çevik bir kısmı siyah, sivri bir bulut hâlinde pencereden sızmıştı. Sisin bulanıklığı odadaki cisimlerin üzerinde geziniyor, renkleri ve biçimleri kapatıyor, içinden bakıldığında sadece belli belirsiz çizgiler görünüyordu.
“Oğlum gene mi camı açtın sen! Ulan kaç kere dedim!”
Babam odadan içeriye girip elindeki çaydanlığı çalışma masasına bıraktı. Hızlı hızlı yan odaya geçip elektrik süpürgesini getirdi. Telaşlıydı. Süpürgeyi prize bağlayıp, sisi süpürgeyle çekerken bana döndü.
“Behram Hoca gelecek. Ortalık derli toplu dursun dedikçe…”
“Yahu baba. Sis var diye dışarıya çıkamıyoruz kaç gündür. Behram Hoca nasıl gelecek?”
“Valla anlamam arkadaş! Ayın yirmisinde geleceğim dedi, geleceği tutar gelir. Sen ben akademide onun çömezi sayılırız. Adam dünya çapında önemli, Almanya’da İsveç’te kürsüsü var. Sen daha dün verdin doktorayı, alış büyük hocalarla münasebet kurmaya.”
“E baba sen de yılların profesörüsün, nedir yani… Behram’dan çok öğrenci yetiştirmişsindir sen.”
Babam inceden gülümseyerek süpürgeyi içeri bırakmaya gitti. Aslında babamı gururlandırmayı severim. Fakat bu gurur anlarının ardına ufak muziplikler serpiştirip aramızdaki dengeyi sağlamam gerekir. Bu yüzden, babam tekrar içeri girince camı gösterdim.
“Baba şu an biz Edip Cansever’in dediği, kendi sisini yaratan gemide olmayalım?”
“Oğlum boş ver o herifi, mühendis adamsın sen! Son gönderdiğin makaleden haber var mı?”
“Hâlâ internet yok, bakamadım. Ulan baba, o kadar okumuş adamsın, şiirden bahsedince…”
“Şiir dediğin de boş zırıldamalar, kederli budalalıklar… Edebiyat matematiksel bir iştir, mantık işidir! Behram Hoca gelince ona da sorarsın! Konu edebiyatsa madem, Ulysses nasıl gidiyor?”
Elimdeki kitabı gösterdim.
“Üç tane karakterin sohbetinden roman yapmış adam. Bir de oraya buraya yığınla anıştırma, gereksiz bilgiler… Kim okusun bunu?”
“Galileo da üç karakteri konuşturmuştu, zeki adam işte…“.
Her ne kadar sözleri her zamanki gerginliğinde olsa da, yüzünde bir kızgınlık emaresi yoktu. Aklı tamamen Behram Hoca’da olmalıydı. Masasına oturup klavyesinden çatır çatır sesler çıkarmaya devam etti. Ben de kanepeye uzanıp kitabıma döndüm tekrar, ama babam algımı perdeleyecek kadar sesli höpürdetiyordu çayını. Onunla biraz daha uğraşmak istiyordum. Kullandığı sosyolojik ölçeklerin yıllar sonra hatalı sayılma ihtimalinin yüksek olduğundan çünkü en az yirmi gündür süren bu sis ve fırtınanın artarak devam edip, günümüzdekine uymayan yeni bir insan türü meydana getireceğinden bahsetmek için ayağa kalktım. Tam yanına yaklaşmıştım ki pencereden önce “Or-rospu çocuğu” diye bir kadın sesi, ardındansa bir şangırtı geldi. Camda açılmış büyükçe delikten içeriye sis sızmaya başladı. Babama döndüm, “Taş attılar!” diyordu dudaklarına bakınca ama kulaklarımı yırtan rüzgar uğultusu duymama mani oluyordu. Hızla yerinden fırlayıp sırtını deliğe yasladı. İşte şimdi sinirlenmişti.
“Tabii düşmanımız çok! Rahat durmuyor ki şerefsizler. Benim gençliğim mücadeleyle geçti: Torpilcisi, intihalcisi, siyasetçisi…”
“E baba benim düşmanlarım ne olacak? Belki bana attılar.”
“Belli, peşinde koştuğun kızlardan birinin anası atmıştır taşı! Hadi bakma öyle, koş bir şey getir, kapatalım camı…”
Etrafıma bakındım, babamı daha da sinirlendirme maksadıyla hemen onun masasına yöneldim. Üzerine notlar alınmış bir makale çıktısı vardı: “Epistemik Belirsizlik ve Brown Hareketi“. Brown Hareketi mi? Bizim sosyoloji profesörü, matematiksel modellerle ilgileniyordu. Pek de önemli olmayan yerlerin altını çizdiğine göre, gayet acemiydi de. Babam camdan sırtını ayırır ayırmaz, makaleyi deliği kapatacak şekilde cama bantladım. Babam makaleyi gördü ama hiçbir şey demedi. İkimiz de tek laf etmeden yerlerimize geçtik.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, kapı çaldı ve babam Behram Hoca’yı içeriye buyur etti. Behram Hoca bembeyaz gür saçlı, kalın gözlüklü, eğri duruşlu bir adamdı. Karanfilli sigara kokan ekose bir ceket ve fermuarı anca yarıya kadar çekilmiş bir kumaş pantolon giyiyordu. Bu tarih öncesinden kalma adamın, benim gibi mühendis olması tuhaftı.
“Behram Hocam, bu da benim bir numara!”
Elini sıktım, Behram Hoca’nın avuçlarındaki şişliklerden karıncalar çıkıp bedenime yürüdü sanki. Sadece meslektaşlıkla açıklanamayacak bir tanışıklık hissine kapıldım. Kalın gözlüklerine bakınca devasa görünen gözlerindeki yansımamı gördüm.
“Biliyorum” dedi Behram Hoca alaycı bir tavırla, “bazı makalelerde görüyorum bu ismi.”
“Peki ya yazdığım öyküler?” dedim. Gülümsemekle yetinip koltuğa geçti. Pencereden bir ses daha duyuldu: “Allah rahmet eylesin. Münasebetsiz bir adamdı.” Behram Hoca’nın gözü pencereye ilişti, cama bantlanmış kağıdı fark etti. Kafasını öne uzatıp, yüzüne gömülmüş gözlerini daha da kısarak okudu.
“Epistemik belirsizlik! Tabii, buraya gelirken yeni bir paradoksla daha karşılaşacağımı biliyordum. Gözlerim iyi görmediği için epistemik belirsizlik yazısını bile epistemik bir belirsizlik içinde okudum. Muazzam değil mi! Belirsizliğin belirsizliği…”
Hiçbir şey anlamıyordum ve ikisi de bunun farkındaydı. Behram Hoca bana döndü:
“İki çeşit belirsizlik vardır: Epistemik belirsizlik ve aleatorik belirsizlik. Aleatorik belirsizlik bir olayın kendi doğası gereği rastgele gerçekleşmesinden kaynaklanır. Yani belirsizlik olayın kendisinde mevcuttur. Epistemik belirsizliğin sebebi ise eksik bilgidir.”
Babam lafa girdi, ama kendini Behram Hoca’ya ispatlamak ister gibi değildi tavırları.
“Tabii şimdi Behram Hocam, epistemi ve ruh meselesinde de ortaklıklar mevcut. Tanrı bütüncül bilgi sahibiydi ve bilgisini insanlara paylaştırdı. Ayrıca bütüncül ruh sahibiydi de, onu da eşit pay etti. Belki de…”
Aniden bir gümbürtü koptu ve hepimiz sağa doğru savrulduk. Kendimizi topladığımızda ayaklarımızın altında zeminin hafifçe hareket ettiğini hissediyordum.
“Edip Cansever’in dediği gibi, değil mi?” dedi Behram Hoca. “Bak sisler içindeki gemi yavaş yavaş ilerliyor. Ama bence bu, o gemi değil! Bu, Kaptan Ahab’ın gemisi, sisleri aşarken belki de felaketine gidiyor. Sisi belirsizlik kaynağı olarak düşünecek olursak, epistemik belirsizliğe daha çok uyuyor durumumuz!”
“Anlamıyorum” dedim Behram Hoca’ya. Kafam iyice karışmıştı. Nereden biliyordu bu adam, benim bu evi gemiye benzettiğimi? Babama baktım, hiç oralı değilmiş gibi kitaplığına doğru yürüyordu. Uzun uğraşlar sonucu bulduğu kalınca bir kitabı ve mavi bir dolmakalemi bana doğru uzattı.
“Behram Hoca’nın gelişi sebebiyle, hatıra olarak, kendisinin bir kitabını üçümüzün de imzalamasını istiyorum.”
Kitabı açıp ilk sayfasını imzaladım. Sonra aynısını sırasıyla babam ve Behram Hoca da yaptı. Sonra Behram Hoca ayağa kalktı ve kitabı, imza sayfası açık olacak şekilde bana doğru uzattı. Kitabı elime alıp imzaları incelediğimde gözlerime inanamadım. Behram Hoca’yla benim imzam birbirinin aynısıydı.
“İşte bu da babanın bahsettiği epistemik belirsizlik!” diye neşeyle haykırdı Behram Hoca. “Bilgilerimiz aynı ve öyleyse ruhlarımız da! Peki bu ruh, asıl olarak kime ait? Şu anda kim bilir nerede uzanmakta ve kendi kendine mırıl mırıl konuşmakta olan hangimiz? Öğrenmenin tek bir yolu var.”
Behram Hoca eliyle camı gösterdi: “Gerçeğe ulaşmak için, belirsizliğin sisine bulanmak gerek. Ne tuhaf paradoks değil mi?”
Artık sabrım kalmamıştı. Odanın zemini, ayaklarımın altından daha da hızlı kayıyor gibiydi. Son gücümle pencereye yaklaşıp makaleyle kapatılmış deliğe bir yumruk geçirdim. Kolumu geri çıkardığımda sis hızla içeriye sızmaya başladı. Sisin siyahlığı ardında her şey önce birkaç çizgiye, sonra da hiçliğe dönüştü. Eşyalar, babam, Behram Hoca, belirsizleşmişti. Kim bilir, belki de Behram Hoca’nın gözünde de ben belirsizleşmiştim. Artık ortak ruhumuzun sahibi kimse… Rüzgarın delişmen uğultusu içinde son bir ses duydum, duyduk.
“Ruhuna Fatiha!”