XIX. yüzyılın ilk yarısına Auguste Comte (1798-1857) tarafında yazılan Catechisme Positiviste (Pozitivist İlmihal:1852) ve Systems de Politique Positive (Pozitif Politika Sistemi:1855) adlı eserler damgasını vurdu ve bu dönem pozitivist yaklaşımın en üst düzeye çıktığı bir dönem oldu. Toplumsal tekâmül sürecini ele alan Comte, entelektüel gelişmeyi üç safhada ele aldı.
Teolojik safha, bütün fiziksel yapı ve olayların ilahi varlıklar ve ruhların hareketleri ile açıklandığı safhadır. İkinci safha olan metafizik safhada ise soyut ilkelerin fonksiyonel olarak görüldüğü safhadır. Pozitif safha üçüncü safhayı oluşturur. Bu safhada doğa ile ilgili açıklamalar, gözlenemeyen bir unsurla yapılmaz, söz konusu olayın kesin biçimde tanımlanması ile açıklanır. Bundan dolayı, fizik bilimleri bu safhada yer alır.
Comte’un gelişim safhalarından fazla etkilenen XIX. yüzyıl antropologları dinin manasını tarihsel gelişim ve köken bakımından inceleme yolunu tercih ettiler. Ayrıca, Darwin’in The Origin of Speciees (Türlerin Menşei:1859) adlı eserinin yayınlaması da bunda etkili oldu. İlim çevreleri her şeyin gelişmeye doğru olduğu, insanların gittikçe daha iyiye doğru gittiği görüşünü benimsediler. Bu görüşün tam tersi de her şeyin geriye doğru gittikçe kötüleştiği, şu anda karmaşık olan şeylerin, saflık, sadelikten başlayarak kompleks hale geldiği şeklinde idi. Darwin’in eserinden daha önce dinin kökeni ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştı. Nasıl başladı? sorusu ilk sorulan soru haline geldi.
Max Müller’in Natürizm Teorisi
Almanya’da doğan Max Müller (1823-1900) Paris’te tahsilini yaparak daha sonraki dönemlerde Londra’da hocalık yaptı. Dinler tarihçisi ve filolog olan Max Müller, Lessing (1729-1781), Schiller (1759-1805), Goethe (1749-1832) ve Hegel'in (1770-1831) etkisinde kaldı. Bu etki, kendisini, Müller’in dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi yakalama çabasında gösterir.
Leipzig'de doktora çalışmasını bitirince, bir müddet Berlin'de Schelling'in idaresinde çalıştı ve burada Hindistan kültürüyle ilgilendi. Lectures on the Origin and Growth of Religion (Dinin Kökeni ve Gelişimi Üzerine Dersler 1878) adlı eserinde özellikle dinin kaynağı ve gelişimi üzerinde durdu.
Dinin tanımının yapılmasını zor bulan Müller, ancak bu terimin binlerce yıl önce kullanıldığını ve asırdan asıra anlamda değişiklik olmasına rağmen din teriminin hala kullanılmakta olduğuna dikkat çekmektedir.
Güneş Mitosu Okulu'nun kurucusu olan Müller, tüm dinlerde en baskın inanç sisteminin güneşle ilgili olduğunu ileri sürmüştür.
Natürizm olarak da bilinen bu görüşe göre, insan, başlangıçta dinden yoksun idi. Tabiat kuvvetleri ile karşı karşıya kalan insan tabiatta var olan her şeyin sonlu olduğunu, öldüğünü gördü. Tabiat olaylarını izleyerek sonsuzluk fikrini geliştirdi. Dini anlamayı Sonsuzu (Sınırsızı) anlamaya bağlayan Müller’e göre şayet sonsuzu anlamak mümkün ve meşru ise, o zaman üzerinde duracağımız sağlam bir zemine sahip oluruz.
İlkel insan, sonsuzu anlamada duyularını kullanmıştır ve bu duyularla iki tür bilgi edinmiştir.
Dokunulabilen Nesneler
Taşlar, kemikler, kabuklar, ağaç dalları gibi bazı nesneler her yerde dokunulabilen nesnelerdir. Bu nesneler mükemmel bir biçimde insanın önünde durmaktadır ve insan bu nesnelere dokunabilir. Bu nesnelerde bilinmeyen, en azından ilk zamanlarda, bu nesnelerle ilgilenenler bakımından bilinmesi imkânsız bir şey yoktu. Bu nesneler, ilkel toplulukların hemen her gün kullandıkları nesnelerdi.
Yarı-Dokunulabilen Nesneler
Ağaçlar, dağlar, nehirler ve yer yüzüne ait bilgilerde durum farklılık arz etmektedir. İlkellerin yaşadığı ormanlardaki eski devlerden olan bir ağaç, ezici ve etrafına korku salan bir özelliğe sahiptir. Bu ağacın derinlere giden köklerine ulaşılamaz. Gövdesi ise yukarı doğru uzanır. İlkel insan bu ağacın altında durabilir, ona dokunabilir ve bu ağaçtan yukarı doğru bakar. Ancak ilkel insanın beş duyusu bu ağacı tümüyle anlamaya yetmez. Diğer yandan ilkel insan, bir dağın dibinde durduğunda ve bu dağın bulutların içinde kaybolan tepesine baktığında kendini adeta bir devin önündeki cüce olarak düşünür. Şafak, güneş, ay ve yıldızlar dağlardan yukarı doğru yükselir. Ayrıca, gökyüzü bu dağın üzerinde durmaktadır. Dağların yanında şelaleler ve nehirler akmaktadır. Oturulan yerden sürekli akan nehri tümüyle izlemek mümkün değildir. Üstelik, nehir sürekli aynı olmaz. Yeryüzü ve nehrin başlangıcını ve sonunu kavramak beş duyuyu aşar. Bundan dolayı bu nesnelere yarı dokunulabilen nesneler denilir.
Dokunulamayan Nesneler
Çoğu insan için bulutlar gözle görülebilir olmasına rağmen dokunulabilir değildir. Özellikle dağlık yerlerde bulutlar yarı dokunulabilir olarak kabul edilse de gökyüzü, yıldızlar, ay ve güneş dokunulabilir değildir.
Vedalardaki ilahiler, nehirlere, dağlara, bulutlara, yeryüzüne, gökyüzüne, şafağa ve güneşe, yani, yarı dokunulabilir ve dokunulamaz nesnelere hitap eder. Bu sonsuzluk arayışı onları güneşin tanrılaştırılmasına götürdü. Bu tapınmadan çok tanrılı dinler ortaya çıktı. Müller, bu teoriye Vedalardaki teolojik yapıdan etkilenerek ulaşmıştır. Vedalarda tabiattaki nesneler canlandırılarak tanrı haline getirilmiş ve insanın bu tanrılarla girdiği ilişki biçimi korku ve saygı temeline dayandırılmıştır.
Müller’e göre, tabiat ilk insan için büyük bir korku unsurudur. Bu korkudan dolayı tabiat olaylarına tapınma meydana gelmiştir. Bunun için Müller, dini, tabiat dini olarak algıladı ve bu dinin kafada, kalpte ve gök yüzünde, kayalarda, nehirlerde ve dağlarda olduğunu, bu dinin kökeninin tabiatta ve insan tabiatında olduğunu belirtti. Vedalarda anlatılan dinin nasıl bir din olduğu konusunu açıklayan Müller, “Veda Hintlileri arasındaki en erken din formuna genel bir isim vermek gerekirse bu isim ne monoteizm ne de politeizm olur. Bu isim, ancak, insanın ilk defa görülmeyen ve sonsuzun varlığından şüphelendiği yarı dokunulabilir ve dokunulamaz nesnelere tapınma veya inanma anlamına gelen Henoteizm olur” demektedir.
Müller, tabiat kuvvetlerinin merkezinde bulunan güneşin tanrılaştırma sürecini şöyle anlatır: Veda ilahilerinde, Güneşi sadece aydınlatıcı olan bir konumdan yaratıcı, koruyucu, yönetici ve yüce bir varlık konumuna dönüşümünü adım adım görürüz.
Birinci adımda, güneş ışığı sabahları insanları uykudan uyandırır, sadece insanları değil tabiatı da yeni bir hayata kaldırır.
İkinci adımda, günlük ışık kaynağı olan güneş genelde ışık ve hayat vericisi konumuna yükselir. Işık, günün başlangıcı olduğuna göre, yaratılışın da başlangıcı sayılır ve Yaratıcı olan güneş sonra da dünyanın yöneticisi konumunu alır.
Üçüncü adımda, gecenin karanlığından koruyan ve toprağı verimli kılan güneş, bütün canlıların koruyucusu ve savunucusu olarak algılanır.
Dördüncü adımda, iyi ve kötü her şeyi gören güneş insanların göremeyeceği her şeyi görür. Bundan dolayı, masum olan birisi, bu durumunu teyit etmesi için güneşe yakarması gerekir.