Varşova Paktı’nın dağılması sonrası komünizm tehdidi ortadan kalkmıştı. NATO ittifakını diri tutmak için bir yeni düşmana ihtiyaç vardı. Bu yeni düşmanı ABD, “haydut devletler” olarak tanımlıyor ve NATO ile birlikte Irak, İran, Suriye, Libya ve Kuzey Kore’yi sahip olduklarını öne sürdüğü kitle imha silahları (KİT) ve bu ülkelerden kaynaklanan ‘etnik çatışmalar’, ‘terörizm’ küresel güvenliği tehdit ettikleri ileri sürüldü.
ABD’nin ileri sürdüğü bu yeni düşman yani haydut devletlerle mücadele senaryosunun arka planında Soğuk Savaş sonrasında belirledikleri askeri strateji yer almaktaydı. ABD eski Dışişleri Bakanı Colin Powel ve Genelkurmay Başkanlığı Stratejik Planlar ve Politika (J-5) Müdürü General Lee Butler ile ortaklaşa geliştirdikleri bu stratejiye göre; “önümüzdeki dönemde yeni hegemonik güçlerin yükselişi, giderek içinden çıkılmaz hale gelen bölgesel sorunlar ve üçüncü dünyanın yıkıcı koşullarının küresel etkileri ortaya çıkacaktır”[1] deniyordu.
Bu stratejinin hedefindeki ülkelerde kargaşa yaratmak ve sınırları değiştirmek için etnik ve din orijinli terör örgütlerini gelişmekte olan dünya ülkelerine musallat etmek yer almaktaydı. Waşington yönetimi, küresel hegemonya mücadelesinde gücünü sürdürmek adına bölücü ve etnik yapılar aracılığıyla kontrollü kontrolsüzlük, düzenli düzensizlik, istikrarlı istikrarsızlık yaratmış ve sürdürmektedir.[2]
ABD, özellikle bu etnik ve din orijinli terör örgütlerine istihbarat teşkilatlarının gözetiminde başta uyuşturucu imalatı ve trafiği ile diğer her türlü kaçakçılık konusunda yol vererek terör örgütlerinin palazlandırılmasını sağlamıştır. Büyümelerine göz yumulan bu terör örgütleri ile etnik ve dini/mezhepsel yapılar arasındaki karışıklıklar sonucu hedefe aldığı ülkelerin iç işlerine müdahale için gerekçe oluşturdu. Bu bağlamda başta insan hakları ihlalleri iddiası ile sözde Kürt azınlığa baskı gerekçesi özellikle 1985’yen itibaren Türkiye’nin önüne bir baskı ve tehdit aracı olarak konuldu. Bu çerçevede ABD, ilk kez Dışişleri Bakanlığı’nın 1987 yılında yayınladığı insan hakları raporunda “Kürt Azınlığın Sorunları” başlığıyla yer verdi. Sonraki yıllarda Türkiye’de “Kürt Azınlığın Ayaklandığı” iddiasını ileri sürdü ve Lozan’daki azınlık hakları konusuna yer verilir.[3]
Bu tarihlerden itibaren başta ABD ve AB ülkeleri yayınladıkları raporlarında ve pek çok uluslararası platformlarda Türkiye’nin önüne etnik azınlık hakları ve siyasi çözüm başlıklarını getirdi. 11 Eylül 2001 terör saldırılarının akabinde ABD, “teröre karşı küresel savaş” projesini hayata geçirdi. 11 Eylül’den sonra ortaya konan teröre karşı küresel savaş projesine göre Afrika’dan Çin’e uzanan geniş coğrafyadaki ülkelerde etnik ayrılıkçı ve din orijinli terör örgütleri ve eylemleri artış gösterdi. Yanı sıra başta Afganistan ve Irak olmak üzere Libya, Suriye gibi ülkelerde dış müdahaleler sonucu yönetimler değiştirildi ve önce ayaklanmalar ve sonrasında da iç savaşlar ile ülkeler bölündü.
Merkez Ülke Türkiye’ye Biçilen Rol
Amerikan Ulusal Güvenlik Belgelerinde Rusya ve Çin ABD’nin hasım ülkeleri olarak nitelendirildi. Ancak ABD’nin ileri sürdüğü hasım ülkeler ve bu ülkelerin bölgeye yönelik projesinde merkez ülke Türkiye idi. Türkiye’ye biçilen rolü tanımlayabilmek için 1999 Marmara Depreminden sonra ülkemize gelen ABD Başkanı Clinton, TBMM’de yaptığı konuşmada; “20’inci yüzyılı anlamak için, Türkiye’nin tarihi, bir anahtardır; ancak, ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki bin yılın ilk yüzyılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır” ifadelerinde bulundu. 24 yıl sonra, Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını kutladığımız 28 Mayıs 2023’de Cumhur ittifakının ortağı MHP Genel Başkanı Bahçeli; "Kesin olmayan sonuçlara göre Sayın Recep Tayyip Erdoğan 13. Cumhurbaşkanımız olarak seçilmiştir. Tezahür eden milli iradeye herkes asgari ölçülerde saygı duymalıdır" demiş ve ardından da “Önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir, inşallah Türkiye değişmez” 24 yıl önce Clinton’ın TBMM’deki ifadelerine atıfta bulunmuştur.
Clinton’ın TBMM’de yaptığı konuşmanın ardından ABD’nin Türkiye ve bölge ülkelerine yönelik Büyük Ortadoğu Projesi hayata geçirildi. Bu projenin merkezinde ikinci İsrail stratejisi yer alıyordu. Bu projeye göre hedef, Irak’ın kuzeyinden başlayan ve Suriye’nin kuzeyinden devam ederek Akdeniz’e uzanacak bir Teröristan inşa etmekti. Bu proje daha sonra Türkiye ve İran’dan koparılacak parçalarla büyük teröristanı ABD ve AB güdümünde birleştirmek yer alıyordu. Pek çok makalemde ifade ettiğim üzere, Türkiye’nin, bölücü terör örgütü ve terörizmle mücadelesinde 2003 yılından sonra mücadele anlayışı değişmiştir derken kastım tam da bu noktaydı. Çünkü ABD, bölücü terör örgütüne özellikle Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra biçtiği rol ABD çıkarlarına hizmet eden stratejik bir aparat olmaktı.
ABD bu proje ve stratejiyle ulaşmak istediği hedef, Türkiye’nin ulusal güvenlik çıkarlarını gerçekleştirmek için Doğu Akdeniz’de, Irak ve Suriye’de uyguladığı stratejiye karşı, uluslararası alanda Türkiye’yi baskı altına alarak içerideki ayrılıkçı/bölücülüğü siyasal zemine çekerek ulus devlet yapısının değiştirilmesini sağlamaktı.
Bölücü Terör Örgütü ve Yeni Rolü
Bölücü terör örgütü PKK/KCK, en az yüz yıllık gerek bölgede sürdürülen emperyalist güç, isyan/ayaklanma ve gerekse de Türkiye’nin ulus devlet kimliğinin çökertilmesi planının uluslararası destekli bir aparatıdır. Bölücü terör örgütü, pek çok devletin bölgeye ve Türkiye’ye karşı çıkar amaçlı kullandığı terör örgütüdür. Paris barış Konferansı, Bedirhan aşiretinin Fransa Hegemonyasında Kürdistan projesinin küreselleşme döneminin formudur. BTÖ, sözde Kürdistan projesinin güvencesi emperyalistlerin koruduğu, kolladığı, desteklediği silahlı aparattır. Bu haliyle BTÖ, emperyalizme tam teslimiyetle uşaklık eden klan fetişisti nekrofil zombilerden oluşan bir terör örgütüdür.
BTÖ, hegemonya ve devletlerarasındaki güç mücadelesinin etnik bölücülük kimliği üzerinden emperyalizmin hizmetine kendini adamış çok bileşenli eli kanlı terör örgütüdür. 1 Ekim 2024 tarihi ile BTÖ lideri bebek katili Öcalan’ın TBMM DEM Parti Grup toplantısına gelerek örgütün lağvedilmesi teklifi ile başlayan süreç Türkiye’ye biçilen rolün sadece bir parçası mıdır? Sonrasında yürütülen siyasi görüşmeler her ne kadar yeni bir çözüm süreci değil ya da birinci çözüm sürecinin yarım kalan ayağı değil dense de, “umut hakkı”, “yeni infaz yasasının” düzenlenmiş son haliyle örgüt elebaşı ile pek çok teröristin salıverilecek olması, sürecin uluslararası alanda resmiyet kazanması adına örgüt elebaşının hakem/garantör ülke talebinde bulunması gibi konu başlıkları esasen nereye dönüştürülmek istenen bir Türkiye gerçeğini ortaya koymaktadır. Sürdürülen bu adı henüz konmamış süreç, Türk devletinin laik-ulus devlet yapısının sonlanmasına ve Türk milletinin egemenliğini, varlığını Türkün varlığına adaması gerekenler tarafından inkâr edilerek teslimiyet belgesi midir?
NATO ve müttefiklerinin bölücü terör örgütü PKK/YPG ve diğer uzantılarıyla ilgili mücadele anlayışı yoktur. PKK’yı terör örgütü olarak tanıyan başta ABD-NATO-AB ve müttefikleri pek çok ülke, örgütün Suriye ve diğer ülkelerdeki yapılarını terör örgütü yerine “özgürlük savaşçıları” ve IŞİD ile mücadelede müttefik, kara ordusu olarak tanımlamaktadırlar.
Bu bağlamda NATO da terörizmle mücadelede PKK’yı dördüncü sıraya koyarak önceliğinin El-Kaide ve IŞİD olarak tanımlamaktadır. Bu çerçevede bir NATO üye ülkesi olan Türkiye’nin terörizmle mücadelesinde bölücü terör örgütüne yönelik askeri operasyonları, “insan hakları ve demokrasi” gibi sözde gerekçelerle kabul edilmemekte ve yaptırımlar uygulanmaktadır. NATO’nun terörizm anlayışında dönüşüm yaşandığı gibi PKK da dönüştürülmüştür. Çünkü 1990’lı yıllardan itibaren BTÖ’nün sözde yayın organlarında ABD ve NATO, bölgeye özgürlük getirecek yegâne güç olarak tanımlamıştır. Aynı yıllarda BTÖ lideri Öcalan, “NATO, halkların taleplerinin çözülmeye çalışıldığı bir kuruma dönüşüyor” diyerek nasıl bir dönüşüme girişildiği ifade edilmiştir. Aynı örgüt lideri bu günde yapılan adı konmamış görüşmelerin akabinde ilk yazılı metinde de vurguladığı üzere Türkiye’nin “demokratik dönüşümünden” DEM vurmuştur. Terörist başının, Türkiye’nin demokratik dönüşümünden kastı; KCK’nın kabul edilmesi, federasyonlaşmak, kantonlara ayrılan bölgelerin birleşerek en nihayetinde Konfederal Demokratik Devlet Modeli ile dört ayaklı Kürtdistan demektir. Türk devleti, Türk devletinin ve Türk milletinin geleceğini karartacak, anayasal zeminde Türk kimliği altındaki başta Kürt ve diğer etnik kimliklerle karşı karşıya getirilmesine, ülkenin parçalanmasına seyirci kalmamalıdır.
BTÖ, Birinci Körfez Savaşından sonra ABD ve müttefiklerinin tam güdümüne girmiştir. Örgüt, Birinci Körfez Savaşı ile Irak’ın kuzeyinde mevzi kazanmış, 2003 Irak işgali ile bata askeri olmak üzere pek çok alanda imkân ve kabiliyetlere kavuşmuştur. 2003 yılı ile bölücü terör örgütü Türkiye’de TBMM’de siyasal meşru zeminde temsil noktasına gelmiştir.
Irak’ın işgalinden sonra ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı ve sonrasında Dışişleri bakanlığı da yapmış olan Condoleezza Rice, 7 Austos 2003 tarihinde Waşington Post gazetesinde bir makale kaleme alır. “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” adlı makalesinde Rice, Ortadoğu’daki 22 ülkede rejimleri değiştireceklerini ilan eder.[4] Bunun akabinde “yaratıcı kaos” adı verilen bir doktrin uygulamaya sokularak hedef ülkelerde kontrollü kaoslar çıkartılır. Kontrollü kaos planı bölgedeki hedef ülkelere yönelik yeni bir düzenli düzensizlik ve istikrarlı bir istikrarsızlık olarak rejim ve sınırların değiştirilmesinin hayata geçirilmesi olarak belirir. Ardından 2009 yılında CENTCOM (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) bir direktif yayımlar. Buna göre “Birleşik Gayrinizami harp Görev Gücü İcra Emri” direktifi ile bölgeden sorumlu CENTCOM’un hasım/düşman/hedef ülkelere özel operasyon timleri yollanır ve örtülü operasyonlar gerçekleştirilir. Bu bağlamda oluşacak kaos durumlarına müdahale için ABD ve müttefiklerine hukuki zemin hazırlanmış olacaktır.
Başta CIA ve diğer istihbarat teşkilatları ile bölgede özel operasyonlarda yer alan ABD adına özel askeri şirketler, sözde El Kaide terörizmi ile mücadele eden birliklerin görevi hedef ülkelere sızarak istihbarat toplamak, bir askeri harekât durumunda askeri harekâtın nereden ve nasıl başlatılacağı, yapılacağı konusunda keşif yapmak, stratejik alanları keşfetmek ve vurmak, hedef ülkeye saldırıyı kolaylaştıracak silahlı yapılanmaları kurmak vb. idi. Dolayısıyla ABD, bölgedeki hedef/düşman olarak tanımladığı ülkelere karşı doğrudan bir askeri operasyon yapmak yerine örtülü operasyonlarla özel harp yöntemlerine ağırlık vermiş; buna bağlı olarak da Proxy war ya da Türkçe karşılığıyla vekil güçlerle savaş doktrini hayata geçirilmişti. Bu çerçevede başta CIA ve MOSSAD istihbarat teşkilatları ile bölgedeki özel operasyonlar komutanlığı SOCOM’a hedef ülkelere uygun olarak bölücü terör örgütü PKK’nın İran’da PEJAK’ı, Suriye’de ise PYD/YPG’yi kurdurmuştur. Bu çerçevede PKK ve uzantıları, ayrılıkçı/bölücü Kürt hareketleri üstünde başat güç ya da şemsiye örgüt olarak tasarlandı. Irak’ta CIA-MOSSAD ve SOCOM eğitiminden geçen bölücü yapılar ile dini orijinli terör örgütleri, 2011 Suriye operasyonu için harekete geçirildi.
Bu dönemde ABD’nin Şam Büyükelçiliği görevini yapan Robert Ford, görevi süresi boyunca PKK’nın Suriye kolu olan PYD/YPG ile pek çok görüşme gerçekleştirildi.[5] Balkanlar, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa başta olmak üzere pek çok ülkeden savaşçılar Suriye’ye akın ettiler. Gelenlerin bazıları IŞİD ve El Nusra gibi yapılarda yer alarak Suriye güvenlik güçlerine diğer yandan da IŞİD ile mücadele adı altında PYD/YPG saflarında birleştiler. Şam rejimi Suriye’nin kuzeyinden rejim askerlerini çekince bölgeye sözde IŞİD ile mücadele[6] adı altında ABD, İngiliz ve Fransız istihbarat teşkilatlarının destekleriyle birkaç göstermelik çatışma ile PKK (PYD/YPG) terör örgütünün kontrolüne bırakıldı.
ABD’nin IŞİD stratejisinin üç ana sacayağında şekillendiği görülmektedir. Buna göre: a) ABD ve müttefiklerinin hava operasyonları, b) Suriye’de PKK/YPG ve Irak’ta Peşmerge olma üzere yerel güçlerin silahlandırılması ve bölgeye gönderilen Amerikan unsurlarınca eğitilmesi, c) IŞİD’e karşı mücadele bahanesiyle eğitilecek silahlı güçlerle kurtarılmış kanton/özerk bölgelerin yaratılması.
Bunun yanı sıra ABD, Ayn el Arap’taki çatışmalar esnasında bölücü terör örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’yi müttefik ilan etti ve adını hemen akabinde Suriye Demokratik Güçleri (SDG) olarak değiştirdi. 30 Ekim 2015’te ABD resmi olarak Suriye’ye ABD Özel Kuvvetlerin gönderildiğini açıkladı. Yanı sıra IŞİD ile mücadele koalisyonunda yer alan başta Fransa, İngiltere ve diğer ülkelerden de özel kuvvetler ve istihbarat timleri, ABD desteğindeki PYD/YPG’nin işgal ettiği ve kontrolü altına aldığı bölgelerde faaliyetler göstermeye başladılar.
Aslında yapılan tam olarak IŞİD bir bölgeyi ele geçiriyordu ardından SDG olarak ismi ABD tarafından değiştirilen PKK/YPG de sözde mücadele adı altında göstermelik çatışmalardan sonra IŞİD’in elinden bölgeleri kendi kontrolü altına alıyordu. Bölücü terör örgütü PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG, ABD ve müttefiklerinin desteğinde 2014 yılında özerk kanton yönetimleri kurduğunu ilan ediyordu. 17 Mart 2016’da ise bu kantonları birleştirerek sözde özerk yönetim kurulduğu ilan edildi.[7] ABD kongresinden 15 Aralık 203 tarihinde kabul edilen 2024 yılı savunma bütçesinde Irak ve Suriye’de DEAŞ işe mücadele fonuna toplam 398 milyon dolar ayrıldı ve bu fonun 156 milyon dolarının PKK/YPG’ye tahsis edildiği belirtildi.[8] Son olarak 2024 Aralık ayında ABD, 2025 yılı savunma bütçesinde terör örgütü PKK/YPG için 147 milyon 941 bin dolar ayrıldığı ve görevini devretmeden önce Joe Biden’ın onaylayacağı açıklandı.[9]
ABD kongresi tarafından sağlanan bütçelerin yanı sıra PKK/YPG’ye, aralarında anti tank silahların da bulunduğu binlerce tır dolusu silah ve mühimmat da cabası. Bu haliyle PKK/YPG’ye verilen silahlar ve eğitimlerle örgüt bir düzenli ordu konumuna getirildi. PKK/YPG’nin, kısa ve orta menzilli hava savunma sistemlerinin kullanımı için de eğitildikleri pek çok haber sitelerinde yer aldı.
ABD’nin Değişmez Stratejileri
ABD, 1991 yılında ortaya koyduğu bölgeye yönelik politika ve stratejilerinin gerçekleşmesinde oldukça yol aldı. ABD’nin Türkiye merkezli bölge stratejisi, ABD’nin küresel hegemonya mücadelesindeki liderliğini ilan ettiği koşullarda gerçekleşti. Bu stratejide hedeflenen Afganistan, Irak, Suriye ve Türkiye’nin parçalanmasıydı. Afganistan, ABD-CIA eliyle desteklenen bir diğer dini orijinli terör örgütü Taliban’ın yönetimine terk edildi. Irak üçe bölünde kuzeyinde bölücü terör örgütü kontrolüne geçti. Suriye’de, ABD Başkanı Joe Biden, 12 Ekim 224’te, Suriye ile ilgili Ulusal Acil Durum ’un bir yıl daha uzatılması kararını onayladı. Bu kararın merkezinde ise Türkiye vardı.
7 Ekim 2023’te, Hamas’ın İsrail’e saldırmasının akabinde gelişen olaylar önce Lübnan’a ardından da Suriye’ye yöneldi. Suriye’de 27 Kasım 2024 tarihinden itibaren El Kaidenin bir türevi olan ve 2017’de kurulan, 2018’de de Türkiye başta olmak üzere Birleşmiş Milletler tarafından terör örgütleri listesinde yer alan Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ve müttefiklerinin, İdlib’den başlattıkları operasyonun akabinde kısa süre içinde Suriye merkezi hükümet ordusunu Halep’ten çıkarttı. Ardından Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) da desteğiyle deyim yerindeyse rejim ordusu savaşmadan silahını mühimmatını bırakmıştır. Rus hava saldırıları yetersiz kalmış İran milisleri sahadan çekilmişlerdir. Sonuçta Suriye’de Halep ile başlayan süreçte Şam düşmüş ve Esad rejimi yıkılmıştır.
Rusya Federasyonu Suriye’deki ağırlığını Ukrayna’ya kaydırmıştır. İran adına Suriye’deki vekil güçleri de İsrail’in yoğun hava saldırıları sonucu geri çekilmişlerdir. Suriye’ye yeni aktör olarak İsrail yerleşmiştir. İsrail, Suriye’de en kazançlı ülke konumuna geldi. Stratejik ve doğal su kaynaklarına sahip başta Golan Bölgesi olmak üzere Lübnan ve Suriye’yi birleştiren Hermon Dağı bölgesini işgal etti. ABD, İsrail ve Rusya Federasyonun desteklediği bölücü terör örgütü Suriye kolu PYD/YPG Fırat’ın doğusundaki varlığı devam etmektedir. Suriye’nin ikinci etnik kimliğini teşkil eden Suriye’deki Türkmenlerden yeni yönetimde yer alan olmamıştır. Suriye Türkmenleri tıpkı Irak Türkmenleri gibi siyasi ve fiziki saldırılar karşısında oldukça yıpranmışlardır. Türkmenler, Suriye’nin geleceğinde yok sayılmaktadırlar. Halep ve Hama gibi Türkmenlerin yoğun yaşadıkları bölgelerde, il yönetim kadrolarında hiçbir Türkmen’in dâhil edilmemesi düşündürücü; Türklük adına ise son derece üzücüdür.
Türkiye Adı Konmamış Yeni Bir Sürece Sürükleniyor
Tıpkı birinci çözüm sürecinde olduğu üzere, bölücü terör örgütü, ülke genelinde terör eylemleri minimize olmuşken ki- içişleri bakanlığı ve son olarak TUSAŞ terör eylemi ayrı bir yazı konusudur- analar alamasın adı altında bir çözüm süreci başlatıldıysa aynı dejawu yeniden siyasette sahnelenmeye çalışılmaktadır.
Cumhur ittifakı ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin “PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Meclis'e gelerek, PKK'nın lağvedildiğini açıklaması” teklifi, bizlere, yeniden terörle müzakere edildiğini düşündürdü. Esasen terörle mücadelenin çok uzun zaman önce pasif bir forma dönüştüğü teröristle mücadeleye everildiğini daha önceki yazılarımda sıkça tekrarlamıştım. Devlet Bahçeli’nin 2023 Mayıs ayında ortaya atığı “önümüzdeki günlerde çok şey değişecek. Umarım Türkiye değişmez” sözünden, Öcalan’a umut hakkı adı altında terörün bittiğine yönelik açıklama yapmak adına meclise davet etmesine nasıl everildi ayrıntıları bilemiyoruz. Ancak günümüzdeki siyasi gelişmeler bir “Kürt Sorunu” üzerinden ele alınıyorsa bu yanlıştır. Hatta “Kürt Sorunu” üzerinden terörle müzakere süreci bir önceki yarım kaldığı yerden devam edecekse de yanlıştır. Çünkü Türkiye, terörle mücadeleyi yanlış okumaktadır. Devletler, terörle mücadele ederler; müzakere etmezler. Müzakere, ancak ve en nihayetinde terör örgütlerinin silahlı kalkışmalarının sonlanması ve devlete teslim olma sözünün verilmesi ve silahların telim edilmesiyle mümkündür.
Devlet Bahçeli’den çok önce 28 Aralık 2012'de bir televizyon röportajında Recep Tayyip Erdoğan, “Kürt sorununu çözmek için” hükûmetin İmralı'da hapis yatmakta olan Abdullah Öcalan ile görüşmeler yaptığını duyurmuştu. Bahçeli’nin çağrısı üzerine Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, destek vererek "Hep beraber terörün olmadığı Türkiye'yi inşa edelim istiyoruz" dedi.[10] Adı ne yeni çözüm süreci ne ikinci çözüm süreci ne şu ne bu şekliyle bir türlü kabul edilmeyen ancak bir şekilde yanlış ve haksız başlatılan terörle müzakere süreci var. Bu görüşmelerde aktörler değişse de bir önceki kaldığı yerden devam edeceğe benziyor. 2013-2015 yılları arasındaki "çözüm sürecinde" İmralı heyetinde yer alan Eski Halkların Demokratik Partisi (HDP) Grup Başkanvekili İdris Baluken, "10 yıl sonra müzakere kapısının yeniden aralandığını" söylüyor.
Sonuç yerine, uluslararası güvenlik ve terörizm çalışan bir Türk olarak, ABD, 1954 yılından itibaren bölgedeki ayrılıkçı/bölücü Kürt yapılanmaları ile temasa geçmiştir. ABD’nin 1991 yılında başlattığı bölgedeki hedef ülkelere yönelik projesinde oldukça yol almıştır. Bu projenin merkezinde Türkiye üzerinden kirli bir oyun döndüğü endişesi oldukça kuvvetlidir.
Bölgedeki hedef ülkelerden Irak üçe Suriye şimdilik dörde bölünmüştür. Suriye’nin toprak bütünlüğü noktasındaki söylemler ne yazık ki yerini bulmamıştır. Türkiye’nin güney sınırlarındaki terör tehdidi devam etmektedir.
Son yıllarda Türkiye’de sıkça tekrarlanan “Türkiyelilik”, “milletin çeşitliliği”, “çiçek bahçesi”, “çözüm” gibi kavram ve tanımlar içinde bulunduğumuz sürecin nereye everileceği noktasında bizlere yol göstermektedir. Bu söylemler, laf olsun torba dolsun ya da Türkiye’nin ekonomik krizinin farklı gündem maddeleri yaratarak ortaya atılmış, ileri sürülmüş söylemler olduğunu düşünmek saflık olur.
Küresel hegemonya savaşında hegemonik gücünü bölgede devam ettirmek isteyen küresel aktörler ve bölgesel aktörler arasındaki güç mücadelesinde Türkiye’nin ve Türk milletinin geleceğinden endişe etmemek de saflıktır. Bu bağlamda, bölgede çıkarları olduğunu ileri süren ABD-İsrail-İngiltere-Fransa ve diğer aktörlerin, bölücü terör örgütüne yıllardır verilen pek çok alandaki desteğini de göz ardı edemeyiz. Örgüt, Irak ve Suriye’de silahlı olarak kazanım elde etmiş, Türkiye’de ise siyasal zeminde ardına aldığı uluslararası destekle yol kat etmiştir.
Adı net belirtilmese de, bölücü terör örgütü ve uzantılarıyla başlatılan yeniden sürecin ABD liderliğinde uluslararası destek ve bağı olduğu, mevcut cumhurbaşkanının yeniden seçilmesinin yolunun açılması, bir yeni anayasa ile 42 ardından 66 ve sonrasında da dördüncü maddenin değiştirileceğine yönelik mesajlar verilmektedir. Yanı sıra Suriye’deki gelişmelerle birlikte Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki de facto yapıların Türkiye ile birleştirileceği ve oluşacak yeni durumun Türkiye hamiliğine verileceği de iddialar arasındadır. Sözlerimi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı tarihî konuşmadan bir alıntı ile noktalamak istiyorum. “Hangi istiklal vardır ki ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Sonuç olarak ABD-İsrail projesinin, Türkiye ve Türk milleti açısından bir felaket olacağını belirtmek isterim.
KAYNAKÇA
[1] Jaffe, Lorna S. The Development of the Base Force; 189-1992, ABD Savunma Bakanlığı (US Deparment of State) Yayınları, Ocak 1991, sd. 131-132.
[2] Gürses, Emin, Avrasya’da Ayrılıkçı Hareketlerin Jeopolitiği, Yol Girişimi Dergisi, 1(2), 2020, s. 49-66.
[3] Country Reports on Human Rights Practises for 1987-1988
[4] Condoleezza Rice, “Transforming The Middle East”, The Washington Post, Ağustos 003.
[5] Fikret Akfırat, Erdoğan’ın Suriye Seferi, Kaynak yayınları, İstanbul, Kasım, 2015.
[6] The White House, “ISIL STRATEGY, The U.S. Strategy To Defeat ISIL and Combat the Terrorist Threat”
[7] BBC, Suriye Federasyon, Erişim tarihi: 6 Ocak 2025.
[8] AA, ABD’den 2024 Savunma Bütçesinde PKK-YPG’nin Faydalanacağı haberi, 15 Aralık 2023.
[9] TGRT Haber, 2 Aralık 2024, https://www.youtube.com/watch?v=9I92xKvUpNk
[10] BBC News, Bahçeli'nin Öcalan çağrısına siyasetin tepkisi nasıl oldu?, 2 Ekim 2024.