Aristoteles öncesi filozoflar “gerçek nedir?” sorusuna cevap ararken “Gerçek beden midir yoksa ruh mudur?” sorusunu ilave ettiler. İnsanı beden ve ruh olarak ikiye ayıran bu soruda ruh, zihin veya akıl anlamına kullanılmaktadır. Bu durumu düalizm olarak adlandıran filozoflar, bir sonraki aşamada beden ve ruh ikilisini birbirinin tersi olarak ele almaya başladılar ve sonuçta “her şey zıddı ile kaimdir” ilkesi ortaya çıktı.
Gece ile gündüz, iyi ile kötü, ruh ile beden, ahiret ile dünya, soyut ile somut, din ile devlet gibi ikilemeler bu yaklaşımla ortaya çıktı.
Bu bağlamda Eflatun, varlığı iki farklı âlem üzerinden açıkladı.
Birinci âlem, gerçek ve asıl âlemdir ve bu âlem gerçeklerin âlemi veya ideler âlemidir. Diğer âlem ise duyularla elde edilen sanılar veya zanların oluşturduğu ve duyular yolu ile gelen görüngüler veya fenomenya âlemidir.
Fenomenya âlemi, gölgeler veya temsiller, şekiller, biçimler âlemidir. Düşünen zihin ve akıl âlemi ise değişmez gerçeklik olan düşüncelerden, ilkelerden, kavramlardan oluşan gerçek dünyadır.
Gerçeklik âlemine ulaşmak, zihinde meydana gelecek bir aydınlanma ve aklın kullanılarak düşünme, özellikle de sorgulayıcı ve eleştirel düşünme ile ilişkilidir.
Düşünme devreye girmediği zaman, bir alt aşamadaki duyular ve duyumlar belirleyici olur. Duyular yoluyla gelenler bilgi değildir. Onlar da olsa olsa dedikodu veya zan oluşturur. Belki içinde bilgi kırıntısı da olur fakat düşünce işleminden geçmediği için bilgi özelliği taşımaz. Zan ve dedikodu bilgi ile değil malumat ile ilişkilidir.
Günümüzde düşünsel anlamda çok yaygın olan problem, günlük hayatımızda baskın yer alan malumattır. Bu nedenle etrafımızı zan ve dedikodu sarmış durumda. İşte tam da bu nokta aynı zamanda ahlak probleminin başladığı noktadır. Çünkü hem dedikodu hem de zan kaçınılması istenen şeylerdir.
Malumat mağarası bir anlamda cehalet mağarasıdır. Cehalet mağarasından çıkışı sağlayacak olan şey de bize çok zor gelen düşünmedir. Düşünme zordur çünkü sorgulamayı ve araştırmayı gerektirir. Malumat ile hareket etmek hem kolay hem de pratiktir. Bu nedenle malumat mağarasından çıkıp bilgi alanına geçmek kolay iştir.
Eflatun, cehalet mağarasından çıkarak gerçeğe ulaşmanın zorluğunu mağara metaforu ile açıklanmaktadır.
Bu metaforda karanlık bir mağara var ve insanlar doğduklarından beri zincirlenmiş bir halde sırtları mağaranın girişine dönük oturmaktadırlar. Sadece karşılarındaki duvarı görebiliyorlar. Ömürlerini mağaranın girişinden yansıyan ışıkla nesnelerin duvara yansıyan gölgelerini seyrederek geçirmektedirler.
Bundan dolayı, başka bir yere bakamadıkları için tek gerçekliğin bu karşılarında geçen imgeler olduğunu düşünmektedirler. Fakat bir gün içlerinden biri zincirlerinden kurtulup mağaradan dışarı çıkar ve mağaranın dışında yeni bir gerçeklik olduğunu, ömür boyunca duvarda gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Bu durumu mağaradakilerle paylaşmak için mağaraya geri döner fakat mağaradakiler onun anlattıklarına, dışarıda farklı bir gerçeklik olduğuna inanmazlar. Gerçek hayat, içinde bulundukları hayat olmadığı halde, bunu fark edecek algılara sahip olmadıkları için gerçeğin farkına varamazlar.
Mağara toplumu, zincir ise toplumsal yapı içerisindeki kuralları, mağaranın duvarına yansıyan gölgeler de toplumda kabul edilen doğruları temsil etmektedir. Zinciri kırmak, gerçeği aramakla ve sorgulamakla mümkün olmaktadır.
İnsanların bağlı oldukları zincirleri kırması, cehalet mağarasından çıkması önce gerçeği aramalarına ve keşfetmelerine bağlıdır.
Öyle ise duyular aldatıcıdır. Ancak insanın kendi aklını kullanması ve düşünmesi onun gerçeği keşfetmesine ve aydınlanmasına yardımcı olabilir.
Cehalet mağarasından çıkışın yolu düşünmekten, akletmekten geçer!